top of page

Olga Tokarczuk: Yakup’un Kitapları’nı Nasıl Yazdım?

Olga Tokarczuk’un başyapıtı Yakup’un Kitapları, yakın zamanda İngilizce olarak Fitzcarraldo Editions tarafından yayınlandı ve büyük beğeni topladı. 2014’te Lehçe olarak çıkan, 900 sayfalık hacimli kitap, Mesih olduğunu iddia eden 18. yüzyıl Polonyalı bir Yahudi’nin hikâyesini birden fazla perspektif içerisinde işliyor. Eser, Nobel Ödüllü yazarın en iddialı çalışması olarak kabul ediliyor. Aşağıda, romanının tasarlanışını ve altı yılda kendi dünyasının nasıl değiştiğini anlatıyor.

TESADÜFLER -BİR KİTAP GİBİ- BEKLENMEYEN SONUÇLARA NASIL YOL AÇAR?


Elimde ilk önce, Peder Benedykt Chmielowski’nin, Maria ve Jan Lipski tarafından üretilen harika bir baskısıyla, çocukluğum ve gençliğim boyunca parça parça okuduğum Nowe Ateny (Yeni Atina) vardı. Yıllar sonra, 1997 sonbaharında, bir kitapçıdaydım ve iki parçadan oluşan, büyük, hantal denebilecek bir formatta, parlak, mavi kapaklı garip bir çalışma buldum. Bu çalışma, Księga Słów Pańskich (Tanrının Sözlerinden Bir Koleksiyon) Jacob Frank’ın, Jan Doktór tarafından düzenlenen konferanslarının metne dökülmüş hâliydi.


Bütün kışı yavaş yavaş, paragraf paragraf, giderek artan bir hayretle bu çalışmayı okuyarak geçirdim. Noel’e kadar bir yığın kitap biriktirmiştim. Bahar geldiğinde, önümüzdeki birkaç yıl boyunca büyümeye devam edecek ayrı bir kitaplık ortaya çıkmıştı. Frank hakkında bir kitap yazmak gibi bir planım yoktu; yalnızca ‘özel’ çalışmalarımın bir parçasıydı. Bu ‘özel’ durumu, her türden heterodoksiye, kanona uymayan veya olağan sınırların dışına taşan her şeye, kabul edilmiş normlar karşısında herhangi bir isyan veya isyana karşı uzun ve sarsılmaz bir hayranlık olarak tanımlayabilirim.


Jacob Frank’in tarihi o kadar şaşırtıcıydı ki, gerçekten var olduğuna inanmak benim için hâlâ çok zor. Özetle şu şekilde tarif edeyim; On sekizinci yüzyılda Podolya’da (şu anda güneybatı Ukrayna’da olan) büyük bir Yahudi cemaatinin hikâyesi. On yedinci yüzyıl Kabalisti, haham ve kendi kendini Mesih ilan eden Sabbatai Tzvi’nin öğretilerinin taraftarları, bir zaman diliminde cemaatin büyük bir ihtişamla Katolikliğe dönüşmesini emreden tüccar Jacob Frank’ın takipçileri oluyorlar.


Sapkın olduğundan şüphelenilen Frank, Bar Konfederasyonu (ülkeyi artan Rus etkisine karşı savunan Polonyalı soylular derneği) zamanında, Jasna Góra kalesinde on üç yıl hapsediliyor. Daha sonra bir Yahudi mistik havasında gizlenip, birkaç yıl boyunca İmparator II. Joseph’in iyi bir arkadaşı ve annesi Maria Theresa’nın sırdaşı oluyor. İmparatorun yakınlığını kaybettiğinde, Frank ve takipçileri Offenbach am Main’e taşınıyorlar ve burada dini bir merkez olarak hizmet veren büyük bir mahkeme kuruyorlar. Birkaç yıl sonra Polonyalı bir baron olarak ölüyor. Takipçileri, her zamankinden daha güçlü olan Polonya burjuvazisi ve entelijansiyasıyla kaynaştıkları Polonya’ya dönüyorlar.


Bu anlattıklarım, Jacob Frank’ın birkaç derin boyutu olan fırtınalı tarihinin sadece görünen yüzü. Her şeyden önce, Gershom Scholes’in yazdığı gibi, Yahudiliğin bağrında en büyük, en ‘muhteşem ve yanıltıcı’ sapkınlığın büyümesini ve yayılmasını belgeler nitelikte bir hayat yaşamıştır. Scholes, Frank’i nihilist bir doktrini zorlayan uğursuz, kötü niyetli bir figür olarak nitelendirerek duygularını gizlemeye çalışmamıştır. Aynı zamanda, Tanrının Sözlerinden Bir Koleksiyon’u inkâr edemezdi. “Kutsal İncillerin En Eşsizi” olan bu İncil, hatırı sayılır bir gösteriş ve hayal gücüne sahiptir. İnanılmaz kararlılıklarıyla dramatik bir yolculuğa çıkma konusunda ilham kazanan, kimliklerini riske atan ve kendilerini siyasi olduğu kadar manevi tehlikelere de maruz bırakan bir grup insanın tarihi, kesinlikle bir sansasyondur. Frank’in Polonya Krallığı sınırları içinde, kendi ılımlı ve bağımsız bölgesini kurmak adına, kesin bir başarısızlık sergilemesine karşın, inatçı çabasını göz önünde bulundurursak, şimdilerde, bunun bir tür proto-Siyonizm olduğunu söyleyebiliriz.


Bu inanılmaz ve benzersiz hikâyenin böylesine çabuk unutulduğuna inanmakta güçlük çekiyorum, ancak Frankistlerin kendi torunlarının düşmanca, şüpheli ve çoğu zaman Yahudi karşıtı bir ortamda, kökenlerini sessiz tutma çabaları açıkça etkisini gösterdi. Aleksander Kraushar’ın 1895’te yayımlanan Frank ve Polonyalı Frankistler monografisi dışında, Jan Doktór konuyu bilimsel bir şekilde ele aldı ve Andrzej Żuławski ve Krzysztof Rutkowski Frank’i edebi bir şekilde değerlendirene kadar, birkaç yüzyıl boyunca, ciddi ve kapsamlı eserler ortaya çıkmadı.


Daha sonra ben, Yakup’un Kitapları’nı yazarken, Paweł Maciejko’nun Karma Çokluk adlı muhteşem ve önemli bir eseri yayımlandı. Jacob Frank ve Süreçler, 1755-1816 isimli çalışmadan da hevesle faydalandım. Ama sonuçta, önemi göz önüne alındığında, hâlâ konuyla ilgili pek bir şey yok; Frankizmin Polonya kültürü üzerindeki etkisi çok büyüktür ve henüz tam olarak araştırılmamıştır. Bu noktada, Frank’in doktrininin oldukça ezoterik bir biçimde Polonya Romantizminin temellerini etkilediği (özellikle Adam Mickiewicz’in şiirleri) ve bu şekilde Polonya’nın ulusal kimlik anlayışının temellerine önemli bir katkı yaptığı kabul edilebilir görünüyor.


Kısa süre sonra, bu tarihi sürecin, bir müzikli oyundan fırlamış gibi, bazı şaşırtıcı hareket dönüşleriyle, bir tür asık suratlı fakat istemeden absürt bir komediye büründüğünü fark ettim. Rol yapma, poz verme, kolayca yanlış anlaşılmalara yol açan çok dilli bir bağlam, renkli karakterler, hemen her şey, edebi bir çerçeve, destansı bir hikâye anlatma ortamına ihtiyaç duyuyor gibiydi. Frank ve arkadaşlarının yarım asırlık maceralarını uzun bir gri kâğıt rulosuna yazmaya başladığımda, hikâyelerinin ne kadar da cesaret gösterisiyle dolu olduğunu anladım. Ayrıca onları uğursuz veya meşum mezhepçiler olarak görmeyi de bıraktım. Bunun yerine, bölünmeler, tabakalaşmalar ve önyargılarla dolu feodal bir toplumun tam kalbindeki insanlar hakkında evrensel bir hikâye yakaladım. Sımsıkı kapanmış bir dünya, içgüdüsel olarak kurtuluş için çabalıyordu.


Frank kesinlikle karizmatikti ve bu nedenle biraz da psikopattı. Güçlü bir kişiliğe, zekaya ve çekiciliğe sahipti ve bu sayede hem yüksek hem de düşük puanlar kazanıyordu. Bu tür bir kişiliği, bazan beceriksizce yazılmış meseller ve peri masalları içerisinde görmek, anlamlandırmayı zorlaştırıyordu. Fakat Frank’in, takipçilerine böyle göründüğünü de söylemeliyim.


Nihayetinde karşımıza ikircikli bir figür ortaya çıkıyor: acımasız ama aynı zamanda hassas, öngörülemez fakat bir yandan da dikkatli. Çılgın ama öte taraftan ticari ve pragmatik. O bir düzenbaz, bir büyücü ve bir sahtekâr. Uzun bir süre, böyle bir kişinin nasıl yaşadığını anlamakta zorlandım ve ne yazık ki mezhep liderleri hakkında okuduklarımdan pek bir şey anlamadım. Sonunda -affedilebilir miyim bilmiyorum- kendi psikopatik/karizmatik arkadaşlarımı, her iki cinsiyetten tanıdığım birkaç kişiyi, gizlice incelemeye başladım. Onların inanç güçlerinin, kendi etraflarında bir yargı sistemi, sâdık bir çember oluşturma yeteneklerinin arkasında ne olduğunu anlamaya çalıştım. Lâkin bu da yardımcı olmadı. Bu figürle empatik bir şekilde nasıl başa çıkacağımı bilmiyordum, onu anlayamıyordum. Bu yüzden Jacob Frank’i çok yakına gitmeye cesaret etmeden, başkalarının gözünden sunmaya karar verdim.


[…]


KİTAP YAZARKEN HAYAT


Yakup’un Kitapları’nı yazmak için masama oturduğumda, gri kâğıt rulomda zaten bilinen gerçekler ve olaylar listelenmişti ve büyük miktarda malzeme toplamıştım. Kütüphanelerde oldukça vakit geçirdim, ulaşılamayan kaynakların fotokopilerini çektim ve antika kitapları incelemek için beyaz eldivenler giydim. Binlerce fotoğraf çektiğim birkaç keşif gezisine de çıktım.


Kitabı yazmaya harcadığım altı yıl boyunca, başıma birçok şey geldi. Birkaç kez ev değiştirdim, bu değişimlerin bazıları çok acı vericiydi ve hayatıma tam bir kaos getirdiler. Eşimden boşandım ve yeni bir ilişkiye başladım. Çok seyahat ettim ve oğlum kendi başına yaşamak için yanımdan ayrıldı. Bir cinayet gizemi karaladım. Birkaç iyi arkadaşımı kaybettim ve yenilerini kazandım. Düzenlemenin son aşamalarında babam vefat etti. Gittiğim her yere, yanımda malzeme dolu karton kutular götürdüm ve onlara gururla yer verdim. Nereye gidersem gideyim, yaptığım ilk şey haritaları, karakter listelerini ve diğer faydalı görüntüleri masamın etrafına iğnelemek oldu.


Tamamlanmamış hikâyelerle, büyük yahut küçük keşiflerle arkadaşlarımın canlarını sıktım, her şeyi yazana kadar gerçekten ne yaptığımı ne üzerinde çalıştığımı asla açıklayamayacağımın oldukça farkındaydım. Buna benzer biçimde, altı yılımı garip bir tecrit hâlinde geçirdim. O sıralarda bir yazar, başkaları tarafından görülmeyen bir hayalet tiyatronun yönetmeni olur ve günde on veyahut daha fazla saatini bu hayalet işinde, tek seyircisine dramatik bir gösteriyi sunarak geçirir. Tabii sabah gazetelerinde bu gösteri hakkında herhangi bir inceleme veya bir geri bildirim olmaz; yani kimse alkışlamaz ve kimse de yuhalamaz. Üstelik bu bütün ‘şey’, mesai saatleri dışında, uykunuzda, dinlenirken, seyahatlerinizde ve toplantılarınızda zihninizi durmaksızın kendisiyle doldurur.


Hayat, rahatsız edici bir şekilde ikiye bölünür, sanki nadiren ortak bir tarafı olan iki gerçeklik akışının arasında yer alıyormuş gibisinizdir. Sonunda iki akım tehlikeli bir şekilde üst üste binmeye başlar, sonra birleşir ve gerçekte nerede olduğunuzun izini tamamen kaybedersiniz. O noktada, bitirme zamanı gelmiştir.



MUNDUS ADIUMENS YAHUT DÜNYA YAZARA NASIL YARDIM ELİNİ UZATIYOR?


Sık sık, bir ipliğin ucunu yakaladığımı ve aradığım şeyin âniden köşeyi dönünce önümde belireceğine güvenerek o ipi takip ediyormuş gibi hissettim. Ve bu gerçekten oldu.


Bir yazar olarak sıklıkla farkında olduğum, ancak hiçbir zaman bu kitap üzerinde çalışırken olduğu kadar sık ​​veya yoğun bir şekilde karşılaşmadığım bir fenomeni, tarif etmenin mümkün olup olmadığını şu anda kestiremiyorum. Bu yüzden belki de denemenin artık zamanı gelmiştir. O fenomen, yazarın spontane ve öznel olarak yakaladığı bir şeydir. Sanki bir dış, bağımsız güç, hakkında yazdığınız tarihe erişim sağlıyormuş gibi, sanki bazı özel güçler birleşmiş ve yardım getiriyormuş gibidir. Pekâlâ, kulağa gökyüzündeki turta gibi geldiğinin farkındayım.


Mesela birinin partisinde elimde bardakla öylece dururken, raftan rastgele bir kitap çıkardım ve onun rastgele bir sayfasını açtım. Şaşkınlık içinde, tam olarak ihtiyacım olan şeyi o sayfalarda buldum. Bir karakter, bir olay, bazı bilgiler, bir referans veya hiç görmediğim bir başlık.


Pek çok kez, tıpkı bunun gibi, beni rahatsız eden soruna çözüm olacak birisine rastladım. Rastgele bir yere masum bir yolculuk, beni hiç bilmediğim yollara soktu.


Bu durumlarda, önce şüpheyle etrafınıza bakmaya başlarsınız, ancak daha sonra garip bir nedenle, dünyanın, bu kitabın yazılmasını umursadığı gibi garip bir düşünce ortaya çıkar zihninizde. Kulağa ne kadar gülünç geldiğinin ve beni ne kadar belirsiz bir ışığa soktuğunun gerçekten farkındayım. Umurumda mı! Yazarlar nihayetinde sanatkârlardır ve sanatkârlar, örneğin bilim adamlarından daha fazla tuhaf durumları sahiplenirler ve kendilerine akademik unvanlar verilmesini de beklemezler.


Fakat biraz ciddiyet kazanmak adına Latince’de kendime küçük bir dayanak buldum. Bu tür yardım dünyalarına, mundus adiumens deniyormuş ve sanki bir el tarafından yönlendiriliyor ve narkotik bir trans gibi olağandışı bir duruma çekiliyormuşsunuz; hafif, çok hoş ve aynı zamanda da yorucu hissediyormuşsunuz. Kontrol edilmesi zor bir psikoz. Bence bu psikoz bağımlılık yapıyor ve bir roman yolculuğundan geri döndüğünüzde, kısa bir süreliğine, her şeyin bittiğine dair rahatlamış hissediyorsunuz. Bu ruh hâli, hiç de abartmadan söylersem, kutsal bir ruh hâlidir. Normalde çok şımartılmış ve iyi beslenmiş olan benlik küçülür ve kendisini bir farkındalık ve cehalet fırtınası içinde sarmalanmış bulur, bir kelime ve görüntü okyanusu tarafından yutulur ve ipliğin ucunu, labirentin dehlizlerindeki bir hedefe bağlar.


[…]


TARİH VE SİGARA


Yakup’un Kitapları, bağlayıcı tarihsel anlatının, tekrar tekrar formüle edilmiş bir şey olduğu bilgisiyle yazılmış tarihi bir romandır. Misal tarihsel olaylarda, kadınların varlığının ne kadar silik olduğuna ve ana kaynaklarda yalnızca marjinal olarak göründüklerine ve özel bir önemi olmadıklarına asla inanmazdım.


Hemen hemen herkesin bir annesi, karısı, kız kardeşi veya kızı vardır ve onların hayattaki olaylardan mahrum kalmalarının, askerlik veya manastır hikâyesi olmadıkça imkânsız olduğunu bilinir. Tarihin ders kitaplarına konu olan versiyonlarında kadının yokluğunu, kadınları görmeyen, katkılarını kaydetmeyen ataerkil zihniyetin bir yansıması olarak görüyorum.


Her türlü bilgiyi titizlikle toplayarak, kendi tarihimde onlara bir yer buldum. Bunu, insanlık tarihinin çoğunun, bu özel bakış açısıyla yeniden yazılması gerektiğine inanarak, adalet duygusuyla yaptım. Ayrıca, kendi modern ahlak anlayışımı karıştırmamak için, psikolojik olarak elimden gelenin en iyisini yaptım. Bir arada yaşamanın diğer kurallarının, yürürlükte olduğu Viktorya öncesi bir dünyayı tarif ettiğimi biliyordum. Birçok ilkeli okuyucu için bu çok gevşek görünebilirler.


Elbette insanın kendini ve kendi zamanını tamamen geride bırakması mümkün değildir. Bu anlamda tarihi roman aslında yoktur, çünkü metnin kökleri daima yazarın bugününe saplanmıştır. Tarih, geçmişteki gerçek ve hayali olayların hiç bitmeyen bir yorumudur ve bu, geçmişte görünmeyen anlamları algılamamızı sağlar.


Yakup’un Kitapları’nı bu yıl (2014) 30 Ocak gecesi, geç saatlerde bitirdim ve hemen bu son vakit için aldığım bir paket sigarayı ortaya çıkardım. Kışın soğuğunda, balkonda ayakta durdum ve midem bulanmaya başlayana kadar birbiri ardına sigara içtim. Bu kadar yazma zahmetinden sonra, perde kapandığına göre, hayalet tiyatro yönetmeni için eksantrik, sağlıksız ödül tam olarak buydu.


[ Bu yazı ilk olarak Gazeta Wyborcza’nın kitap eki ‘Książki’de Eylül 2014’te yayınlandı. Bu yazıyı İngilizce’ye tercüme eden Antonia Lloyd-Jones’dur. Yazı içerisinde […] şeklinde işaret edilen ara bölümleri Türkçeye tercüme etmedim. | Tugay Kaban ]

5 görüntüleme0 yorum

Comments


bottom of page