top of page

Entropi - Thomas Pynchon (Öykü)




Boris bana görüşlerinin özetini yeni verdi. O bir hava kâhini. Havanın kötüye gitmeye devam edeceğini söylüyor. Daha fazla felaket, daha fazla ölüm, daha fazla umutsuzluk olacak. Hiçbir yerde en ufak bir değişiklik belirtisi yok. . . . Ölüm hapishanesine doğru adım adım ilerlemeliyiz. Kaçış yok. Hava değişmeyecek.

Yengeç Dönencesi


Alt katta yaşayan Dombili Mulligan’ın evden taşınmadan önceki son büyük partisi kırkıncı saatine varmıştı. Mutfak zemininde, boş şampanya şişeleri arasında, Sandor Rojas ve üç arkadaşı, Heidseck ve benzedrin haplarının etkisiyle uyanık kalıp “spit in the ocean” oynuyorlardı. Oturma odasında Duke, Vincent, Krinkles ve Paco, bir çöp kutusunun üzerine vidalanmış on beş inçlik bir hoparlörün başında çömelmiş, Kiev’deki Kahramanlar Kapısı'nın yirmi yedi watt'lık ezgilerini dinliyorlardı. Her birinin yüzüne büyük, kalın çerçeveli gözlükler ve transa geçmiş ifadeler yerleşmişti; tütün değil de sulandırılmış bir kenevir formu içeren komik görünümlü sigaralar içiyorlardı. Bu grup, Duke di Angelis dörtlüsüydü. Yerel bir plak şirketi olan Tambú için kayıt yapıyorlardı ve Outer Space Songs adlı bir 10 inçlik LP’leri vardı. Zaman zaman içlerinden biri sigarasının külünü hoparlörün konisine döküp küllerin dansını izliyordu. Dombili pencerenin yanında uyuyor ve kucağındaki boş bir Magnum şişesine bir oyuncak ayı gibi sarılıyordu. Devlet dairelerinde, örneğin Dışişleri Bakanlığı ve NSA'da çalışan birkaç kadın, kanepelerde, sandalyelerde ve bir vaziyette de banyo lavabosunun içinde bayılmışlardı.


Parti, 1957’nin Şubat ayının başlarında yapılmıştı ve o zamanlar Washington D.C. civarında birçok Amerikalı gurbetçi vardı. Bu kişiler, onlarla her karşılaştığınızda, size bir gün gerçekten Avrupa'ya gideceklerinden bahsederdi fakat şimdilik hükümet için çalışıyor gibi görünürlerdi. Herkes bu karşılaşmalarda ince bir ironi yakalardı. Mesela, yeni gelen birinin aynı anda üç veya dört dilde sohbetler yapamadığında pek dikkate alınmadığı çok dilli partiler düzenlerlerdi. Haftalarca Ermeni şarküterilerinde vakit geçirir ve sizi, duvarları boğa güreşi posterleriyle kaplı küçük mutfaklarda bulgur ve kuzu yemeye davet ederlerdi. Georgetown'da ekonomi okuyan, Endülüs ya da Midi'den gelen ateşli kızlarla ilişkiler yaşarlardı. Onların mabedi, Wisconsin Bulvarı üzerindeki Old Heidelberg adlı bir üniversitenin bodrum barıydı ve bahar geldiğinde ıhlamur ağaçları yerine kiraz çiçekleriyle yetinmek zorunda kalırlardı, fakat dedikleri gibi, bu tembel hayat tarzlarıyla da kendilerine eğlenceler buluyorlardı.


Ve birden Dombili’nin partisi yeni bir soluk kazanmıştı. Dışarıda yağmur yağıyordu. Yağmur, çatıyı saran katranlı kâğıdın üzerinde şapırdıyor, saçakların altındaki tahta çörtenlerin burun, kaş ve dudaklarından ince bir çisinti halinde kırılıp, pencere camlarından salya gibi akıyordu. Bir gün önce kar yağmış, ondan önceki gün şiddetli rüzgârlar esmiş ve ondan da önceki gün, güneş, takvim Şubat ayının başlarını göstermesine rağmen, şehri Nisan aylarındaki gibi ışıldatmıştı. Washington'daki bu sahte bahar, tuhaf bir mevsimdi. İçinde Lincoln'ün Doğum Günü ve Çin Yeni Yılı vardı, sokaklarda ise hüzünlü bir hava, çünkü kiraz çiçeklerinin açmasına haftalar vardı ve Sarah Vaughan'ın dediği gibi, bu yıl bahar biraz gecikecekti. Old Heidelberg'de genel olarak hafta içi öğleden sonraları Würtzburger içmek ve (Sigma Chi'nin Sevgilisi'ni saymazsak) Lili Marlene'i söylemek için toplanan kalabalıklar, kaçınılmaz ve ıslah edilemez bir şekilde Romantik olurlardı. Ve her iyi Romantik'in bildiği gibi, ruh (spiritus, ruach, pneuma) esasen sadece havadır; atmosferdeki dalgalanmaların, onu soluyanlarda tekerrür etmesi doğaldır. Dolayısıyla, kamusal unsurların -tatillerin, turistik cazibe merkezlerinin- ötesinde, bu büyünün, yılın fügünde bir stretto pasajı gibi iklime bağlı özel dolambaçları yaşanır: rastgele hava durumları, amaçsız aşklar, beklenmedik taahhütler. Füg içinde kolayca geçirilebilecek aylar sanki hiç yaşanmamış gibidirler, çünkü garip bir şekilde daha sonra, Şubat ve Mart'ın rüzgârları, yağmurları, tutkuları bu şehirde asla hatırlanmaz.


The Heroes' Gate'in son bas notaları zeminden yükselip Callisto'yu huzursuz uykusundan uyandırdı. Farkına vardığı ilk şey, elleri arasında, vücudundan yukarıda nazikçe tuttuğu küçük bir kuş oldu. Başını yastıkta yana çevirip kuşun mavi, büzülmüş kafasına ve hasta, kapalı gözlerine gülümseyerek baktı, onu tekrar sağlığına kavuşturmak için kaç gece daha sıcak tutması gerekeceğini merak ediyordu. Üç gündür kuşu böyle tutuyordu: onu sağlıklı bir hâle getirmek için bildiği tek yol buydu. Yanında yatan kız kıpırdanıp inledi, kolunu yüzüne atmıştı. Deve tabanları ve küçük yelpaze palmiyeleri arasında saklanan diğer kuşların, sabahın köründeki çekingen ve huysuz sesleri, yağmurun sesine karışarak tropikal seradan içeri doluyordu: kırmızı, sarı ve mavi lekelerle bezeli bu Rousseau benzeri fanteziyi oluşturmak için yedi yılını harcamıştı. Hava geçirmez bir şekilde mühürlenmiş, şehrin kaosu içinde intizamlı, hava durumunun, ulusal siyasetin veya herhangi bir sivil düzensizliğin tuhaflıklarına yabancı bir yerleşim alanıydı. Callisto, deneme yanılma yoluyla ve kızın da yardımıyla, ekolojik dengeyi ve sanatsal uyumu mükemmelleştirmişti; bitki yaşamının salınımları, kuşların ve insanların kıpırdanmaları, kusursuz bir şekilde icra edilen bir dönencenin ritimleri gibi bir aradaydı. Elbette Callisto ve kız artık bu sığınaktan çıkarılamazlardı; birlikteliğin gerekliliği hâline gelmişlerdi. Dışarıdan ihtiyaç duydukları şeyler onlara ulaştırılıyordu. Dışarı çıkmıyorlardı.


“İyi mi?” diye fısıldadı kız. Callisto’yadönük bir şekilde, gözleri aniden büyümüş ve kararmış, yavaşça kırpışan esmer bir soru işareti gibi yatıyordu. Callisto, kuşun boynunun dibindeki tüylerin altına parmağını uzatarak nazikçe okşadı. “Sanırım iyileşecek. Bak, arkadaşlarının uyanmaya başladıklarını duyuyor.” Kız, tam olarak uyanmadan önce bile yağmuru ve kuşları duymuştu. Adı Aubade'dı: yarı Fransız yarı Annamdı ve kendine özgü, yalnız bir gezegende yaşıyordu. Bu gezegende bulutlar ve ateş ağacı çiçeklerinin kokusu, şarabın acılığı ve sırtının alt kısmına yahut göğüslerine hafifçe dokunan rastgele parmaklar, ona, kaçınılmaz olarak sesin terimleri ve müziğin, aralıklı olarak, uyumsuzluğun uluyan karanlığından çıktığı şekilde ulaşırdı. “Aubade,” dedi Callisto, “git bak.” İtaatkâr bir şekilde kalktı; pencereye doğru sessizce yürüdü, perdeleri kenara çekti ve bir an sonra, “3. Hâlâ 3,” dedi. Callisto kaşlarını çattı.


“Salı’dan beri öyleyse,” dedi. “Hiçbir değişiklik yok.” Henry Adams, kendi neslinden üç kuşak önce, Güç karşısında dehşete düşmüştü; Callisto şimdi Termodinamik karşısında aynı durumda buluyordu kendini. Bu gücün içsel yaşamında, öncüsü gibi farkına varırdı ki Bakire ve dinamo hem aşkı hem de gücü temsil ederdi ve bu ikisi de aslında aynıydı; bu yüzden de aşk sadece dünyayı döndürmekle kalmaz, aynı zamanda Boccia topunu ve nebulanın dönmesini de sağlardı. Onu rahatsız eden bu sonuncu veya yıldızlarla ilgili unsurdu. Kozmologlar, evren için nihai bir ısı ölümü öngörmüşlerdi (form ve hareketin yok olduğu, her noktasında ısı enerjisinin aynı olduğu bir tür Araf), meteorologlar ise günlük olarak, çeşitli sıcaklıklarla bu durumu yatıştırıp çelişki oluşturuyor ve bu kaçınılmaz sonu erteliyorlardı.

Ancak üç gündür, değişken hava koşullarına rağmen, cıva 3 derecede kalmıştı. Kıyamet alametlerine karşı temkinli olan Callisto, yorganın altında kıpırdandı. Parmaklarıyla kuşu daha sıkı tuttu, sanki erken bir sıcaklık değişiminin, nabız gibi atan veya acı çeken bir garantisine ihtiyaç duyuyormuş gibiydi.


Son zilden gelen o son çınlama, Dombili’yi bilinçsiz bir hâlde sıçratıp uyandırdı; çöpe bakarak başlarını senkronize şekilde sallayanlar durdular. Son tıslama bir an odada kaldı, sonra dışarıdaki yağmurun fısıltısına karışarak eridi. Boş Magnum şişesine bakar hâlde “Aağğğhh,” diye sessizliği bozdu Dombili. Krinkles ağır çekimde döndü, gülümsedi ve bir sigara uzattı. “Çay zamanı dostum,” dedi. “Hayır, hayır,” dedi Dombili. “Kaç kere söylemem gerekiyor size. Benim evimde değil. Biliyorsunuz, Washington federallerle dolu.” Krinkles, hayal kırıklığıyla baktı. “Aman be Dombili,” dedi, “artık hiçbir şey yapmak istemiyorsun.” “Akşamdan kalma tedavisi,” dedi Dombili. “Tek umudumuz. Hiç içecek bir şey kaldı mı?” Mutfağa doğru sürünmeye başladı. “Şampanya yok sanırım,” dedi Duke. “Buzdolabının arkasında bir kasa tekila var.” Earl Bostic'in bir parçasını çalmaya başladılar. Dombili, mutfak kapısında duraklayarak Sandor Rojas'a sertçe baktı. Bir süre düşündükten sonra, “Limonlar,” dedi. Buzdolabına gitti sürünerek, üç limon ve birkaç buz küpü çıkardı, tekilayı buldu ve sinir sistemini düzene sokmaya koyuldu. Limonları keserken bir elini kesti ve limonları sıkarken iki elini, buz tepsisini kırmak için de ayağını kullanmak zorunda kaldı ama yaklaşık on dakika sonra mucizevi bir şekilde, devasa bir tekila ekşisine bakarak gülümsüyordu. “Lezzetli görünüyor,” dedi Sandor Rojas. “ Bana da yapsan?” Dombili ona gözlerini kırpıştırarak baktı. “Kitchi lofass a shegitbe,” diye cevap verdi ve banyoya doğru yürüdü. Bir an sonra, “Şey,” diye seslendi ortaya, “Şey, lavaboda uyuyan bir kız veya onun gibi bir şey var.” Kızın omuzlarından tutup salladı. “Ne?” dedi kız. “Pek rahat görünmüyorsun,” dedi Dombili. “Evet,” diye kabul etti kız. Duşa doğru sendeledi, soğuk suyu açtı ve bağdaş kurarak suyun altında oturdu. “Bu daha iyi,” diye gülümsedi.


“Dombili,” diye mutfaktan bağırdı Sandor Rojas. “Birisi pencereden içeri girmeye çalışıyor. Sanırım bir hırsız. İkinci kat adamı.” “Niye endişeleniyorsun,” dedi Dombili. “Üçüncü kattayız biz.” Mutfağa doğru hızlı adımlarla geri döndü. Pencerede, tırnaklarını camın üzerinde gezdiren perişan görünümlü, dağınık bir figür yangın merdiveninde duruyordu. Dombili pencereyi açıp “Saul!” dedi.


“Biraz ıslak dışarısı,” dedi Saul. Etrafı da ıslatarak içeri tırmandı. “Duydun sanırım.”


“Sanırım Miriam seni terk etmiş,” dedi Dombili, “veya öyle bir şey, tek duyduğum bu.”


Ön kapı birden vurulmaya başlandı. “İçeri gelin,” diye seslendi Sandor Rojas. Kapı açıldı ve George Washington Üniversitesi'nden, hepsi felsefe okuyan üç öğrenci içeri girdi. Her biri elinde bir galon Chianti tutuyordu. Sandor birden ayağa fırlayıp oturma odasına doğru koştu. “Bir parti olduğunu duyduk,” dedi sarışınlardan biri. “Genç kan,” diye bağırdı Sandor. O, Washington D.C.'de orta sınıf eleştirmenlerin Don Giovanni sendromu adını verdikleri, durumun en kötü kronik vakalarından birine sahip olan eski bir Macar özgürlük savaşçısıydı.

Purche porti la gonnella, voi sapete quel che fa. Tıpkı Pavlov'un köpeği gibi: bir kontraalto sesi veya Arpège'in kokusunu aldığında, Sandor salya akıtmaya başlardı. Dombili, mutfağa giren üçlüyü donuk gözlerle izledi, ardından omuz silkip, “Şarabı buzdolabına koyun,” dedi, “ve günaydın!” Aubade, odanın yeşil loşluğunda, foolscap kâğıtlarının üzerinde eğilmiş, altın bir yay gibi parıldayan boynuyla yazı yazmaya devam ediyordu. “Princeton'da genç bir adamken,” diye dikte ediyordu Callisto, kuşu göğsündeki gri tüylere yaslamış hâlde, “Callisto Termodinamik Yasalarını hatırlamak için bir hafıza tekniği öğrenmişti: işler düzelmeden önce daha da kötüleşecek, kazanamazsın, kim demiş düzelecek diye. 54 yaşında, Gibbs'in evren kavramıyla karşı karşıya kaldığında, üniversite öğrencisi iken kullandığı bu söylemin, aslında bir kehanet olduğunu aniden fark etti.” O incecik denklemler labirenti, onun için nihai ve kozmik bir ısı ölümünün vizyonu hâline geldi. Elbette, hiçbir şeyin, teorik bir motor veya sistem dışında, asla yüzde yüz verimlilikle çalışmadığını hep biliyordu ve Clausius'un, izole bir sistem entropisinin her zaman sürekli arttığını belirten teoremi hakkında da bilgi sahibiydi. Ancak, Gibbs ve Boltzmann bu ilkeye istatistiksel mekanik yöntemlerini uygulayana kadar, tüm bunların korkunç anlamı kafasına tam olarak dank etmemişti: ancak o zaman, izole bir sistemin -galaksi, motor, insan, kültür veya her ne ise- kendiliğinden Daha Muhtemel Bir Durum’a doğru evrilmesi gerektiğini anladı. Bu nedenle, orta yaşının hüzünle sona eren düşüşünde, o zamana kadar öğrendiği her şeyi köklü bir şekilde yeniden değerlendirmek zorunda kaldı; hayatının tüm şehirleri, mevsimleri ve geçici tutkuları şimdi kaçamak bir ışıkta yeniden incelenmeliydi. Bu göreve lâyık olup olmadığını bilmiyordu. İndirgemeci yanılgının tehlikelerinin farkındaydı ve kendisini, güçsüz bir kaderciliğin zarif çöküşüne kaptırmamak için, yeterince güçlü olmayı umuyordu. Onun her zaman güçlü ve İtalyanvari bir kötümserliği vardı: Machiavelli gibi, virtù (erdem) ve fortuna (şans) güçlerinin yaklaşık olarak yüzde elli-yüzde elli olduğunu kabul ediyordu; ancak denklemler, şimdi olasılıklarını söyleyemeyeceği ve belirleyemeyeceği bir orana iten rastgele bir faktör tanıtıyordu kendisine ve o, bu oranı hesaplamaktan korkuyordu.” Etrafında belirsiz sera şekilleri yükseliyordu; zavallı küçük kalp, kendi kalbine karşı çırpınıyordu. Sözcüklerine karşıt bir melodi olarak kız, kuşların cıvıltısını, ıslak sabah boyunca dağılan aralıklı korna seslerini ve Earl Bostic'in alto saksafonunun arada sırada vahşi zirvelere tırmanarak zeminden yükseldiğini duyuyordu. Dünyasının mimari saflığı, sürekli olarak böylesi anarşi belirtileriyle tehdit ediliyordu: boşluklar, çıkıntılar, eğri çizgiler, düzlemlerin kayması veya eğilmesi. Bu düzlemlere sürekli olarak yeniden uyum sağlamak zorundaydı, yoksa bütün yapı, bağımsız ve anlamsız sinyallerin kaotik bir karmaşasına dönüşebilirdi. Callisto, bu süreci bir tür “geri besleme” olarak tanımlamıştı: her gece bitkin bir hâlde ve bu dikkati asla gevşetmeme kararlılığıyla rüyalarına sürünerek giriyordu. Callisto onunla seviştiğinde bile, gergin sinirlerin rastgele çift duraklamalarla eğilmesi arasında, onun kararlılığının tek bir teli yükseliyordu.



“Yine de” diye devam etti Callisto, “kapalı bir sistem için düzensizlik ölçüsü olan entropi içinde, kendi dünyasındaki bazı fenomenlere uygulayabileceği uygun bir metafor buldu. Örneğin genç neslin, Madison Avenue'ya, kendi neslinin bir zamanlar Wall Street'e karşı beslediği aynı öfkeyle karşılık verdiğini gördü ve Amerikan 'tüketiciliğinde', en az olasılıktan en yüksek olasılığa, farklılıktan aynılığa, düzenli bireysellikten bir tür kaosa doğru benzer bir eğilim keşfetti. Kısacası, Gibbs'in öngörüsünü toplumsal terimlerle yeniden ifade ettiğini ve kültürü için, bir ısı ölümü tasavvur ettiğini fark etti. Bu durumda, tıpkı ısı enerjisinde olduğu gibi, fikirler artık aktarılmayacaktı, çünkü her nokta nihayetinde aynı miktarda enerjiye sahip olacaktı ve buna bağlı olarak, entelektüel hareket duracaktı.” Aniden başını kaldırdı. “Şimdi kontrol et,” dedi. Kız yine kalkıp termometreye baktı. “3,” dedi. “Yağmur durmuş.” Callisto hızla başını eğdi ve kuşun titreyen kanadına dudaklarını bastırdı. “O zaman yakında değişir” dedi, sesini sağlam tutmaya çalışarak.


Fırının üzerinde oturan Saul, bir çocuğun anlaşılmaz bir öfkeyle oynadığı büyük bir bez bebek gibiydi. “Ne oldu,” diye sordu Dombili. “Konuşmak istersen tabii.”


“Tabii ki konuşmak isterim,” dedi Saul. “Yaptığım şey, onu yumrukladım.”


“Disiplin sağlanmalı,” dedi Dombili.


“Ha, ha. Keşke orada olsaydın. Of Dombili, harika bir kavgaydı. Sonunda bana bir Kimya ve Fizik El Kitabı fırlattı ama ıskaladı ve kitap camı kırıp dışarı düştü. Cam kırılınca sanırım onun içinde de bir şeyler kırıldı. Ağlayarak kendini yağmurun içine attı. Ne yağmurluk ne de başka bir şey vardı üstünde.”


“O geri döner.”


“Hayır.”


“Peki.” Dombili kısa bir süre sonra, “Kesinlikle çok önemli bir şeydi. Mesela, Sal Mineo mu daha iyi yoksa Ricky Nelson mı?” diye sordu.


“Mevzu” dedi Saul, “iletişim teorisiydi. Bu da elbette, konuyu çok komik bir hâle getiriyor.”


“İletişim teorisi hakkında hiçbir şey bilmiyorum.”


“Benim karım da bilmiyor. İşin özü, kim biliyor ki? İşte komik olan da bu.”


Dombili, Saul'un yüzündeki gülümsemeyi görünce, “Belki tekila yahut başka bir şey istersin,” dedi.


“Hayır. Yani, üzgünüm. Bu, derinlere dalabileceğin bir alan, hepsi bu. Sürekli güvenlik görevlilerini izlerken buluyorsun kendini: çalıların arkasında, köşelerde. MUFFET çok gizli.”


“Ne?”


“Çok birimli faktöriyel alan için elektronik çizelgeleyici.”


“Bunun hakkında mı kavga ediyordunuz?”

“Miriam yine bilim kurgu okuyordu. Bir de Scientific American. Görünüşe göre, insanların yerine bilgisayarların geçmesi fikrine kafayı takmış durumda. Ben de tam tersini söyleme hatasında bulundum; insan davranışını, IBM makinesine girilmiş bir program gibi ele alabilirsin dedim.”


“Niye olmasın,” dedi Dombili.


“Gerçekten, niye olmasın. Aslında, bu durum iletişim teorisi için oldukça önemli, bilgi teorisini söylemiyorum bile. Ama bunu söylediğimde Miriam çılgına döndü. Balon patladı. Neden böyle olduğunu anlayamıyorum. Eğer birisi nedenini bilmeliyse, o kişi ben olmalıyım. Hükümetin, harcayacak daha önemli ve büyük şeyleri varken, vergi mükelleflerinin parasını benim gibi birine harcadığına inanmayı reddediyorum.”


Dombili dudak büktü. “Belki de soğuk, insanlıktan çıkmış, ahlaksız bir bilim insanı gibi davrandığını düşündü.”


“Tanrım,” dedi Saul, kolunu havaya fırlatarak. “İnsanlıktan çıkmış. Daha ne kadar insan olabilirim? Endişeleniyorum Dombili, gerçekten. Şu anda Kuzey Afrika'da, dilleri yerlerinden kopartılmış Avrupalılar dolaşıyor, çünkü o diller yanlış kelimeleri söyledi. Oysa Avrupalılar, o kelimelerin doğru kelimeler olduğunu sanıyorlardı.”


“Belki de dil farklılığıdır,” diye bir öneride bulundu Dombili.


Saul fırından aşağı atladı. “Bu,” dedi öfkeyle, “yılın hastalıklı şakası olmaya aday. Hayır dostum, bu bir farklılık değil. Eğer bir şey olacaksa, bir tür sızıntıdır belki. Bir kıza 'Seni seviyorum' de. Bunun üçte ikisi sorun oluşturmaz, kapalı devredir. Sadece sen ve o. Ama ortadaki o berbat dört harfli kelime, dikkat etmen gereken işte odur. Belirsizlik. Fazlalık. Alakasızlık hatta. Sızıntı. Bunların hepsi gürültüdür. Gürültü sinyalini bozar, devrede düzensizliğe yol açar.”


Dombili huzursuzca hareket ederek, “Şey, Saul” diye mırıldandı, “sanki insanlardan çok fazla şey bekliyorsun. Demek istediğim, bilirsin. Sanırım, söylediğimiz çoğu şey aslında gürültüden ibaret.”


“Ha! Misal, az önce söylediklerinin yarısı.”


“Sen de yapıyorsun.”


“Biliyorum.” Saul acı bir şekilde gülümsedi. “Berbat bir şey, değil mi?”


“Bence boşanma avukatlarının işini ayakta tutan bu. Hop.”


“Of, ben alıngan değilim. Ayrıca,” kaşlarını çatarak, “haklısın. Sanırım, çoğu 'başarılı' evliliğin -dün geceye kadar Miriam ve benimki de dâhil- bir tür uzlaşma üzerine kurulu olduğunu düşünüyorum. Hiçbir zaman tam verimle çalışmazsınız, genellikle elinde olan, işe yarar bir şey için minimum bir temeldir. Sanırım buna Birliktelik deniyor.”


“Aaağğhh.”


“Aynen öyle. Bu ifadeyi biraz gürültülü buluyorsun değil mi? Ama gürültü içeriği her birimiz için farklı, çünkü sen bekarsın, ben değilim. Veya değildim. Neyse.”


“Tabii” dedi Dombili, yardımcı olmaya çalışarak, “farklı kelimeler kullanıyordunuz. Sen 'insan' derken, bir bilgisayar gibi bakabileceğin bir şeyi kastediyordun. İşte, daha iyi düşünmene yardımcı oluyordu veya öyle bir şey. Ama Miriam tamamen başka bir şey kastediyordu…”


“Boş ver.”


Dombili sessizleşti. “O içkiyi alırım,” dedi Saul bir süre sonra.


Kart oyunu bırakılmıştı ve Sandor'un arkadaşları yavaş yavaş tekiladan sarhoş olmaya başlamışlardı. Oturma odasındaki kanepede, öğrencilerden biri ile Krinkles aşk dolu bir sohbete dalmışlardı. “Hayır,” diyordu Krinkles, “hayır, Dave'i kötüleyemem. Aslında Dave'e çok değer veriyorum. Özellikle kazasını ve her şeyi düşündüğümüzde.” Kızın gülümsemesi soldu. “Ne kadar korkunç,” dedi. “Ne kazası?” “Duymadın mı?” dedi Krinkles. “Dave orduda bir Buck Eri iken, onu özel görevle Oak Ridge'e gönderdiler. Manhattan Projesi ile ilgili bir şeydi. Bir gün tehlikeli maddelerle uğraşırken fazla radyasyon aldı. Şimdi sürekli kurşun eldivenler giymek zorunda.” Kız başını empatiyle salladı. “Bir piyanist için ne kötü bir talihsizlik.”


Dombili, Saul'u bir şişe tekila ile baş başa bırakmış ve bir dolapta uyumaya hazırlanıyordu ki ön kapı aniden açıldı ve mekân, ABD Donanması'ndan hepsi farklı derecelerde sarhoşluk ve perişanlık içinde beş er tarafından istila edildi. “Burası işte,” diye bağırdı beyaz şapkasını kaybetmiş şişman ve sivilceli bir denizci çırağı. “Burası, şefin bize bahsettiği kerhane.” Sıska görünümlü, üçüncü sınıf denizci başı onu kenara itti ve oturma odasını inceledi. “Haklısın, Slab” dedi. “Ama burası pek bir şeye benzemiyor, hatta Amerika için bile. İtalya, Napoli'de daha iyisini gördüm.” “Kaç para, hey!” diye gürledi, elinde bir Mason kavanozu dolusu kaçak içki tutan büyükçe denizci. “Aman Tanrım,” dedi Dombili.



Dışarıdaki sıcaklık sabit bir şekilde, 3 derecede duruyordu. Serada, Aubade dalgınca genç bir mimozanın dallarını okşuyordu, o narin pembe çiçeklerin, denildiği gibi, doğurganlığı sağlayan çiçek açma motifini işitiyordu. Bu müzik, aşağıdaki partinin doğaçlama uyumsuzluklarıyla füg tarzında rekabet eden, zaman zaman gürültünün zirve yaptığı girintiler ve eğrilerle dolu karmaşık bir desen içinde yükseliyordu. Her kalorisini gerektiren bu hassas sinyal-gürültü oranı, küçük ve narin kafasında dengede durmaya çalışırken, Callisto'yu, kuşu koruyup kollarken izliyordu. Callisto, ellerindeki tüy yumağına sokulurken, şimdi ısı ölümünü düşünmeye çalışıyordu. Bağlantılar arıyordu. Elbette katışıksız. Ve Sanctuary'nin sonunda, Paris'teki küçük parkında zayıf ve umutsuz olan Temple Drake. Nihai bir denge.


Gece Ormanı. Ve tango. Herhangi bir tango ama belki de en çok Stravinsky'nin L'Histoire du Soldat'ındaki o hüzünlü, o hasta dans. Önceki zamanları düşündü: savaş sonrası onlar için tango müziği ne ifade etmişti, café-dansant’larda zarif çiftler gibi görünen robotlarda veya kendi partnerlerinin gözlerinin arkasında tik tak eden metronomlarda hangi anlamları kaçırmışlardı? İsviçre'nin temiz ve sürekli rüzgârları bile grippe espagnole'u iyileştirememişti: Stravinsky yakalanmıştı, hepsi yakalanmıştı. Peki Passchendaele'den, Marne'dan sonra kaç müzisyen kalmıştı? Bu durumda, yedi kişiye düşmüştü: keman, kontrbas. Klarnet, fagot. Kornet, trombon. Timpani. Neredeyse küçük bir saltimbanque topluluğu, tam bir çukur orkestrası kadar bilgi aktarmaya çalışıyordu. Avrupa'da neredeyse tam bir kadro kalmamıştı. Yine de Stravinsky, keman ve timpani ile o tangoda, Vernon Castle'ı taklit etmeye çalışan gençlerin ve onların umursamaz metreslerinde görülen aynı yorgunluğu, aynı nefessizliği iletmeyi başarmıştı. Ma maîtresse. Çelesta. İkinci savaştan sonra Nice'e döndüğünde, o kafenin yerinde Amerikalı turistlere hitap eden bir parfüm dükkânı bulmuştu. Ne kaldırım taşlarında ne de yanındaki eski pansiyonda ona dair hiçbir iz bulamamıştı; her zaman içtiği tatlı İspanyol şarabının kokusunu andıracak bir parfüm de yoktu. Bunun yerine bir Henry Miller romanı satın almış ve Paris'e gitmişti; trende kitabı okumuş, böylece vardığında, en azından biraz uyarılmış hâldeydi. Ve görmüştü ki Çelesta ve diğerleri, hatta Temple Drake bile, değişen tek şey değildi. “Aubade,” dedi, “başım ağrıyor.” Sesinin yankısı, kızda bir melodi parçasını uyandırdı. Mutfağa gidip havlu alması, soğuk suyla ıslatması ve Callisto’nun gözlerinin onu takip edişi, tuhaf ve karmaşık bir uyum oluşturdu; Aubade’in kompresi alnına yerleştirmesiyle, Callisto’nun minnet dolu iç çekişi yeni bir konuyu, başka bir değişim sürecinin başladığını işaret ediyor gibiydi.


“Hayır,” diyordu Dombili hâlâ, “hayır, korkarım ki öyle değil. Burası kötü şöhretli bir ev değil. Üzgünüm, gerçekten üzgünüm.” Slab kararlıydı. “Ama şef dedi ki” diye tekrarlıyordu sürekli. Denizci, ev yapımı içkiyi iyi bir parça karşılığında takas etmeyi teklif etti. Dombili, yardım ararcasına telaşla etrafa baktı. Odanın ortasında, Duke di Angelis dörtlüsü tarihi bir an yaşıyordu. Vincent oturmuş, diğerleri ayakta duruyordu: enstrümansız bir grup oturumu yapıyor gibiydiler. “Şey,” dedi Dombili. Duke birkaç kez başını salladı, hafifçe gülümsedi, bir sigara yaktı ve nihayet Dombili’yi fark etti. “Sessiz ol dostum,” diye fısıldadı. Vincent kollarını sallamaya başladı, yumrukları sıkılıydı; aniden durdu ve sonra aynı hareketi tekrarladı. Dombili kasvetli bir şekilde içkisini yudumlarken bu durum birkaç dakika böyle devam etti. Donanma mutfağa çekilmişti. Sonunda, görünmez bir işaretle grup ayaklarını yere vurmayı bıraktı ve Duke gülümseyip, “En azından birlikte bitirdik,” dedi.


Dombili ona sertçe baktı. Duke, “Bir şey diyeceğim adamım” dedi. “Yeni bir fikrim var, şu adaşını hatırlıyorsun. Gerry'yi.”


“Hayır,” dedi Dombili. “Eğer yardımcı olacaksa, April’ı hatırlıyorum.”


“Aslında,” dedi Duke, “Love for Sale'di. Bu da ne kadar anlayabildiğini gösteriyor. Mesele şu ki o zamanlar Mulligan, Chet Baker ve o ekip oradaydı, çok eskiden. Anladın mı?”


“Bariton saksafon,” dedi Dombili. “Bariton saksafonla ilgili bir şey.”


“Ama piyanist yoktu adamım. Gitar da yoktu, akordeon da. Bunun ne anlama geldiğini biliyorsun.”


“Tam olarak değil,” dedi Dombili.


“Öncelikle şunu söyleyeyim, ben Mingus değilim, John Lewis de değilim. Teori hiçbir zaman güçlü yönlerimden biri olmadı. Okuma gibi şeyler benim için her zaman zor oldu ve …”


“Bilmez miyim,” dedi Dombili soğuk bir şekilde. “Kiwanis Kulüp pikniğinde, 'Happy Birthday' şarkısında tonu değiştirdiğin için kartını almışlardı.”


“Rotary kulübüydü. Ama bir sezgiyle anında aklıma geldi ki eğer Dombili’nin o ilk dörtlüsünde piyano yoksa, bu tek bir şey anlamına geliyordu.”


“Akort yok,” dedi bebek yüzüyle basçı Paco.


“Onun demek istediği,” dedi Duke, “kök akorlar yok. Üflerken yatay bir çizgiye eşlik edecek hiçbir şey yani. Böyle bir durumda yapılacak şeyse kökleri düşünmektir.”


Dombili dehşete düşüren bir farkındalıkla irkildi. “Ve bir sonraki mantıksal adım” dedi.


“Her şeyi düşünmek,” diye tamamladı Duke, sade bir vakarla. “Kökler, çizgi, her şey.”


Dombili hayranlıkla Duke'a bakarken “Fakat” dedi.


“Şey,” dedi Duke mütevazı bir şekilde, “halledilmesi gereken bazı pürüzler var.”


“Ama” dedi Dombili.


“Dinle sadece,” dedi Duke. “Anlayacaksın.” Ve yeniden yörüngeye girdiler, muhtemelen asteroit kuşağının civarında bir yere. Bir süre sonra Krinkles dudaklarını yerleştirdi ve parmaklarını hareket ettirmeye başladı, Duke ise elini alnına vurdu. “Ahmak!” diye kükredi. “Kullandığımız yeni temayı hatırlamıyor musun, dün gece yazdım ya?” “Tabii,” dedi Krinkles, “yeni tema. Köprü kısmında giriyorum. Tüm temalarında o kısımda giriyorum zaten.” “Doğru,” dedi Duke. “Peki neden …” “Ne,” dedi Krinkles, “16 ölçü bekledim, sonra girdim …” “16 mı?” dedi Duke. “Hayır. Hayır Krinkles. Sekiz ölçü bekledin. İstersen söyleyeyim?” “Ruj izleri taşıyan bir sigara, romantik yerlere giden bir uçak bileti.” Krinkles başını kaşıdı. “These Foolish Things, demek istiyorsun.” “Evet,” dedi Duke, “evet Krinkles. Bravo.” “I'll Remember April değil,” dedi Krinkles. Duke, “Minghe morte,” dedi. “Sanırım biraz yavaş çalıyorduk,” diye karşılık verdi Krinkles. Dombili kıkırdadı. “Geri dönüp, tekrar çalışmak gerek” dedi. “Hayır adamım,” dedi Duke, “havasız boşluğa geri dönmek gerek.” Ve yeniden başladılar, yalnız bu sefer Paco, G diyez çalarken diğerleri Mi bemolde çalıyorlardı, bu yüzden de baştan başlamak zorunda kaldılar.


Mutfakta, George Washington Üniversitesi'nden iki kız ve denizciler, Let's All Go Down and Piss on the Forrestal şarkısını söylüyorlardı. Buzdolabının yanında iki elle oynanan, iki dilli bir morra oyunu oynanıyordu. Saul, birkaç kâğıt torbayı suyla doldurmuş ve yangın merdiveninde aşağı, sokaktan geçenlerin üzerine bırakıyordu. Forrestal'da görevli bir yedek subayla nişanlanmış olan, Bennington sweatshirtü giymiş şişman bir devlet memuru kız, mutfağa koşarak girdi ve başını eğip Slab'in karnına kafa attı. Bu durumu kavga için iyi bir bahane olarak gören Slab'ın arkadaşları da kavgaya dâhil oldular. Morra oyuncuları burun buruna gelmiş, üç ve yedi diye bağırıyorlardı. Dombili’nin lavabodan çıkardığı kız, duşta boğulduğunu ilan ediyordu. Görünüşe göre gidere oturmuştu ve su, boğazına kadar ulaşmıştı. Dombili’nin dairesindeki gürültü, sürekli ve dayanılmaz bir kreşendo seviyesine ulaşmıştı.


Dombili, karnını tembelce kaşırken durup, izledi. Durumu değerlendirirken, başa çıkmanın sadece iki yolu olduğunu düşündü: (a) kendini dolaba kilitlemek ve nihayetinde hepsinin gitmesini beklemek veya (b) herkesi tek tek sakinleştirmeye çalışmak. (a) kesinlikle daha ilgi çekici bir alternatifti. Ancak sonra, o dolabı düşünmeye başladı. Dolap karanlık ve havasızdı, üstelik yalnız kalacaktı. Yalnız olmayı istemezdi. Ayrıca, bu Lollipop adlı geminin mürettebatı veya her neyse, sırf eğlence olsun diye dolabın kapısını tekmelemeye kalkabilirdi. Ve bu olursa, en kötü ihtimalle utanç verici bir duruma girerdi. Diğer yol ise daha zahmetliydi ama uzun vadede muhtemelen en iyisiydi.


Bu yüzden de partisinin tamamen kaosa evrilmesini engellemeye karar verdi: denizcilere şarap verdi ve morra oyuncularını ayırdı, tombul devlet memuru kızı, onu beladan uzak tutacak olan Sandor Rojas ile tanıştırdı, duşta boğulmakta olan kızı kurulayıp yatağa girmesine yardım etti, Saul ile bir kez daha konuştu, birisi buzdolabının arızalı olduğunu keşfettiği için, bir tamirci çağırdı. Gece oluncaya kadar uğraştı, çoğu eğlence düşkünü bayılmıştı ve parti, üçüncü günün eşiğinde zangırdamaya başlamıştı.


Üst katta geçmişin esiri olan Callisto, kuşun içindeki hafif ritmin yavaşlamaya ve durmaya başladığını fark etmedi. Aubade pencerenin yanında, kendi hoş dünyasının kül olmuş kalıntıları arasında dolaşıyordu. Derece sabit kalmış, gökyüzü ise tekdüze bir şekilde kararan griye bürünmüştü. Ardından, aşağıdan gelen bir şey, bir kızın çığlığı, devrilen bir sandalye, yere düşen bir cam ve Castillo’nun tam olarak ne olduğunu asla bilemeyeceği bir şey o özel zaman bükülmesini delip geçti ve kaslarının kasılmasıyla, kuşun başının minik sallanışlarını fark etti. Nabzı sanki telafi etmeye çalışıyormuş gibi daha da şiddetlenmeye başladı. “Aubade,” diye zayıf bir sesle, “ölüyor.” Kız, serayı ezber bir akış ve kendinden habersiz bir hâlde geçip Callisto'nun ellerine bakmak için eğildi. İkisi de öylece durdular, bir dakika, iki dakika ve kalp atışları zarif bir diminuendo ile nihayet sonsuzluğa gömüldüler. Callisto başını yavaşça kaldırıp hayret ve çaresizlikle haykırdı, “Vücudumun sıcaklığını ona vermek için bırakmadım onu. Sanki ona yaşam veya yaşamak hissi iletiyormuş gibi. Ne oldu? Isı transferi artık işlemiyor mu? Artık hiç ...” Sözlerini tamamlamadı.


“Az önce penceredeydim,” dedi Aubede. Castillo dehşet içinde geri çekildi. Kız, bir an daha kararsız durdu, onun takıntısını uzun zaman önce hissetmiş ve o 3 derecenin belirleyici olduğunu bir şekilde anlamıştı. Aniden, tüm bunların tek ve kaçınılmaz sonucunu görüyormuş gibi hızla pencereye yöneldi, Callisto’nun bir şey demesini beklemeden perdeleri yırtarak söktü ve zarif elleriyle camı kırdı, elleri kanayıp parıltılı cam parçalarıyla kaplandı ve o hâlde yataktaki adama döndü, onunla birlikte bekledi, ta ki denge ânı gelene kadar; dışarısı ve içerisi 3 derece olana kadar, sonsuza kadar bu sıcaklıkta kalana dek ve ayrı ayrı hayatların askıda kalan, merak uyandıran baskın unsurunun, karanlığın tonik çözülüşüne ve tüm hareketin nihai yokluğa dönüşmesine değin.

35 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page